''....O halde, dediklerine sabret;
güneşin doğmasından önce ve
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et.
Gecenin bir kısım vakitlerinde ve
gündüzün etrafında da tesbih et ki hoşnutluğa eresin''
tâhâ ~ 130
Sensizliğin Mecnunu olmuş; Firari bir Öykü Benimkisi...
Hani söz vermiştik Alem-i Ervahta..
“Belâ” demiştik “Elestü bi rabbiküm” sualine,
Yaratıcı, rızık verici ve yegane kanuna koyucu olarak
ALLAH’tan başka İlah, önder olarak da O’nun Resûlünden başkasını tanımıyacaktık...
(alıntı)
Gitmek, gövdeye değil, gönüledir.
Gittiğiniz yerde gönülsüz bir gövde bulacaksanız, varışınız da boşunadır.
O zaman, gittiğiniz yere ulaşamazsınız, sadece varmış olursunuz.
Varmış olmak, vuslata ermiş olmak değildir.
Vuslat, gönüle varmaktır. Sevgi dolu bir gönüle ulaşmaktır. Vuslat gönül işi olduğu için,
varmak da gövdeyle olmaz, gönülle başarılır.
'Dizimin dibindeki, Yemen'de; Yemen'deki de dizimin dibindedir'' der Mevlânâ...'
Göremediğin gönülden ırak olursun.
Gönül görmek diye bir çaba var mı hayatımızda?
Giremediğin gönüle eremezsin.
Hiç olmazsa, yanı başınızdakilerin gönüllerinde misiniz?
Yanı başınızdakiler gönlünüzde mi?
Vehbi Vakkasoğlu
Bir insanın gerçeği sana açıldığı kadar değil, içinde sakladığı,
sana açılamadığı kadardır.
Bu yüzden, onu anlayacaksan ne dediğine değil,
ne demediğine kulak vermeye çalış...
Halil Cibran
Sana dilenmeyi öğrettiğinde düşlerini; çok küçüktün daha ninnilerin masumluğunda.
yolunu şaşırmış dikenlere sakladın düşlerini bir yanını sen,
bir yanını ben tutacaktım.
Üzülme be dilenci düşlü çocuk.
Üzülme...
Dizi dizi sıraladın kendini sığ sayfalara uzak baharlar gibi kendini not düştün,
baloncuklara doldurdun düşlerini sabun köpüğünden
yere vuran her baloncuk
kapısını açtı sana dilenmişliğin de yeni düşlerinin.
Ürkme be dilenci düşlü çocuk.
Ürkme...
Zifiri karanlığa çakmak çakımı kıvılcımlar döktün ve sen en zifirisinde yap bozu öğrendin karanlığın,
Sağa çektin olmadı karanlığı, sola çektin gene olmadı.
Düş de kurulurmuymuş hiç kaçak siyahların toplamına.
Kurulmaz be dilenci düşlü çocuk. kurulmaz.
İsyan etsende koca koca haykırışlarla bulut bulut gülümseyemesende dilenciliğini düşündüğünde
kendine ve sen sarıldığın bebeğini bile dilenci
ve sen onca düşü dilinin ucuna getirip de ezmedinmi be çocuk.
Düş kurma sen be dilenci düşlü çocuk
Artık kurma.........
Mehmet Selim Bataroğlu
KURAN-ı Kerim’deki iki sure
“Müzzemil” ve “Müddesir” 73. ve 74. sureler olarak elimizdeki mushafta yer alırlar.
“Müzzemmil” suresinde Hz. Peygamber’in gece yorganına sarılıp uykuya uzandığı hale işaret edilir ve
“Ey gecenin karanlığında uyumak için uzanmış Peygamber Müzzemmil- gece ibadeti için silkinip kalk!”
Sure böyle başlar.
Bu sure Hz. Peygamberi (sav) gece yarısından sonra namaza davet eder.
Gecenin üçte biri veya yarısını nafile ibadetle geçirmek için kalkacaktır.
Hz. Peygamber (sav) bundan sonra hayatının sonuna kadar böyle devam edecektir.
“Müddesir” suresinde ise ilk vahyin tesiriyle ne yapacağının beklentisi içinde olan Hz. Peygamber’e (sav) tebliğ emri verilir.
Ama burada da ilginç bir tabir kullanılır. “Ey Müddesir, yani ey sarılıp bürünen artık kalk ve uyar.”
Bir anlamda Müzzemmil iç âlemdeki silkinmeye; Müddesir ise dış âlemdeki silkinmeye hitap eder.
Mekke’de inen bu iki surenin sonunda da imana direneceklere hazırlanan azap haber verilir.
Müzzemmil’de gerçek örtüden silkinmeye davet; Müddesir’de ise mecazi örtünmeden silkinmeye çağrı vardır.
Birinde gece ibadet için uykuyu feda etmeye çağrı; ötekisinde ise
yoldan çıkanları yola koymak için ayağa kalkmaya çağrı dile getiriliyor.
Meselenin dikkat çeken noktası ise vahyin ilk geldiği andaki durumdur.
Hira’da Hz. Peygamber (sav) Cebrail (as) ile tanışır. Bu tanışma son derece sarsıcı ve derin izler bırakıcıdır.
Hz. Peygamber (sav) orada kendisine emredilen ilk ayetlerden
o kadar etkilenecektir ki titreyerek geldiği evinde hanımı Hz. Hatice’ye (rahm) ilk sözü “zemmilüni” -beni örtün- cümlesi olacaktır. Müzzemmil suresinin ismi bu hitabı hatırlatıyor.
Yeter örtünün altında beklediğin artık kalk.
Kalk ve geceleri Rabbine yönel.
Peki, Hz. Peygamber (sav) neden beni örtün dedi? O ilk anın getirdiği ürpertiyle mi acaba?
Titremesi geçsin diye mi acaba? Yoksa dış dünyayla irtibatı kesilsin diye mi?
Allah’la yalnızlaşmak için mi örtünüyordu acaba?
Yoksa aynı surenin 8. ayetinde hitap ona yeni bir yol mu öneriyordu? Emrediyor.
Çünkü örtünün altından silkinip kalk diyen ayetlerin akabinde şöyle emrediliyordu:
“Rabbinin ismini an ve her şeyden kesilerek O’na çekil (O’na bütün varlığınla yönel)”.
Kuran buna “tebettül” diyor. Zira Allah’la yalnızlaşmak, halktan uzaklaşıp örtüye bürünmekle değil,
halk içinde “tebettül”le mümkündür.
Vücudun halkın yanında, kalbin ve ruhun Allah’ın yanında.
Peki, bu iki suredeki “örtü ve yalnızlık” temasına niye işaret ettim. Meramım neydi?
Dediğim şu aslında; toplum olarak -büyük kalabalıklara rağmen- bir müzzemmil’lik ve
bir müddesir’lik hali yaşıyoruz.
Tarifsiz bir örtüye bürünmüşüz, yalnızlaşıyoruz. Ürkütücü bir sessizlik içindeyiz.
Dışarıdaki cümbüşe, sese, ahenge, kalabalığa, araba seslerine birbirleriyle boğuşan insanların bağrışmalarına,
havaya sıkılan kurşunlara rağmen yalnızız. Sessiziz. Derdimizi paylaşan yok.
Paylaşır görünmelerine rağmen insanlar ya yasak savıyorlar veya onlar da çaresiz.
Yapacakları bir şey yok. Yükümüzü yüklenen yok.
Çünkü yük sırtınıza bir yapıştı mı ya onu kazasız-belasız yerine ulaştıracaksınız
yahut ta ömür boyu sırtınızda taşıyıp duracaksınız.
Yaşlılarımız yalnız. Büyüttükleri çocukları, hayatlarını feda ettikleri yavruları büyüyüp de
yeni bir aileye karışınca çoğu kez yaşlanan baba ve anneler hazin bir yalnızlığa düşüyorlar.
Uzun kış geceleri ne kapıya bir gelen var ne telefonu çalan.
Sofraya koydukları bir çorbayı bile iştahla kaşıklayamıyorlar belki de.
Ne kadar zor değil mi? Büyüteceksin. Sonra kaybedeceksin. Belki yılda bir göreceksin.
Şu bastonuna dayanıp camiye giden veya pazarda filesini zar-zor dolduran yaşlı amcayı bir durdurun ve konuşturun.
Kim bilir neler duyacaksın. Muhtemel ki ayrılık ve yalnızlık hikâyeleri duyacaksınız.
Çocuklarımız yalnız. Beton yığınlarını andıran apartman katları arasında toprağı koklayamama,
gönlünce koşamama, belki canının çektiği meyveyi-yemeği yiyememenin sessizliği var yüzlerinde.
Ya annesi ve babası ayrılmış, sevgisizliğe, ilgisizliğe terk edilmiş çocuklar.
Onlar acının bir başka tarafıdır. Hele hele darp edilen, istismar edilen, itilen, çirkef insanların ellerine düşürülmüş, korumasız, savunmasız çocuklar. Sahi bu suçlarla ilgili ceza yasaları ne zaman daha da caydırıcı hale gelecek?
Kamu vicdanı ne zaman rahatlatılacak?
Sürekli söylenip duruyoruz ama ne duyan var ne de duyduğunu hissettiren.
Kadınlarımız yalnız. Belki sosyal statüsü yukarıya doğru ivme kazananlar var
ama bir kısmının sıkıntısı, kaosu, derdi, ıstırabı, yalnızlığı aynen devam ediyor.
Dayak yiyen kadınlar halen var.
Terk edilen, küçük yavrusuna bakabilmek için otuz katlı binanın penceresine sarkan kadınlarımız hâlâ var.
İstemediği bir hayata istemediği evlerde yaşamaya mecbur bırakılmış kadınlarımız yok mu?
Belki de toplumumuzda en büyük yalnızlığı yaşayanlar kadınlarımızdır.
Tek farkla, onlar çoğu kez bizleri utandıracak muhteşem bir metanetle ıstırap ve çileyi iç âlemlerinde yaşıyorlar.
Çevreyle hiç ama hiç paylaşmıyorlar. Şu duvarların bir dili olsa kim bilir bizlere ne dertler
ne yalnızlıklar ve çaresizlikleri hikâye edecekler.
Sevdalarımız yalnız. Eski temiz aşklar, sevdalar, tutkular yok artık.
Aşkı için dağları delen Ferhatlar bir masal oldu gitti artık.
Şimdi aşkın sevdanın yerini para, sermaye, daire, araba ve emekli maaşları aldı.
İzlemiyor musunuz evlilik programlarındaki talepleri, beklentileri...
Camilerimiz yalnız. Hani eski cemaatler, hani eski hatipler. O gönülleri coşturan, gözleri nemlendiren,
bilgi dağarcığını dolduran, çizgileri düzgün üstatlar nerdeler? Cami ile bağlantımız rutinleşmedi mi?
Camiler her türlü rahmetin, dertleri aşmanın, birliğin beraberliğin dinamosuydu. Ya şimdi?
Ezandan ezana açılıp kapanan, birer resmi daire konumundalar.
Şimdilerde böyle maalesef.
Bizler “müzzemmil” ve “müddesire” muhatap olmuş, silkinmesi emredilmiş bir peygamberin iman edenleriyiz.
Çağımızı örten her türlü inançsızlık, geri kalmışlık, zulüm, haksızlık, donmuşluk, adaletsizlik, bencillik, kimsesizlik ve yalnızlık örtüsünden silkinmek zorundayız.
Dünyanın medeniyet koşusunda geri düşmüşlüğe ve yalnızlığa pranga vurmalıyız.
Bilmeliyiz ki Allah’la olan yalnızlık dışındaki her yalnızlık ürkütücü ve ürperticidir.
Nihat Hatipoğlu
Bir Yudum HUZUR
Bir Yudum MUHABBET
Bir Yudum ŞUUR
Bir Yudum DÜNYA
Çatışmalar var içimde
Bir yanım diğer yanımı yıktığı
Bitip tükenmeyen bir savaş
Bir yanım isyankar, bir yanım suskun
Ne tuhaf!
İsyankar yanımın konuşması gerekirken
Suskunluğum galip...
Giderken kendimi sende bırakmayı diliyordum, gördüm ki sana hiç gelmemişim.
Anlad...ım ki iyi niyetlerle dolu temenniler yalana sıvanmış teşekkürlerde boğuluyormuş.
Merhabanın boynunu bükene elveda demek zulümmüş.
Zülüflerinden zûl akan yare, sancıyan yaram kadar bile değer görmem.
Ondandır ki yarim ile değil yaram ile hoşum...
Şems_i Tebrizi
Mahcubum Ya RAB!..