27 Aralık 2010 Pazartesi

Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..

بِسْـــــــــــــــــــــ ـمِ اﷲِارَّحْم بِسْـــــــــــــــــــــ ـمِ اﷲِا‏

GüL dediğin nedir senin üç beş diken biraz yaprak, ömür varya ömür çok sevdiğin , üç beş nefes sonra toprak. . .
Külli Nefsin Zaikatül Mevt...

"İnsanlar konuşmayı severler fakat, konuştukları ile amel etmeyi, öğrendikleriyle yaşamayı terk ederler."
(Seleme bin Dinar)


Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..





AŞK,kelebek misalidir....
Ya ömrü günlüktür yada BİR ÖMÜRLÜKTÜR........



Kur'an-a saygı, onu duvara asıp önünde saatlerce dikilip, öpmek degildir,

saygı onun dediklerini yapıp kalbe yerleştirmektir...



Dünyayı titreten fermanım olsa,dağları delmeye dermanım olsa,

zümrüt ile bezense taht ile tacım,yinede bir nefes DUA ya muhtacım...

HER NEFiS ÖLÜMÜ TADACAKTIR!!!

Image and video hosting by TinyPic

Bir Nefeslik Mola Ver!

Yavaşla...

Yükünü omuzlarından indir..

Gaflet gözlüklerini çıkar...

Günah terlerini tevbe mendiliyle sil..

Sunulan iman şerbetlerinden iç.. iç.. iç..

Bir nefeslik mola ver.

Tekrar düşün!

Nereden geliyorsun?

Nereye gidiyorsun?

Necisin?

Cevabı bul, bil, YAŞA!

Ebedi NAR olma!

Ebedi NUR ol!

(Alıntı )


HER NEFiS ÖLÜMÜ TADACAKTIR!!!

26 Aralık 2010 Pazar

Bir Nefeslik Mola Ver! Yavaşla...



Yetim kalmış bir günün ahirinde ruhun aleminde
zamanın ve mekanın sözü olmazmış ;
yüreğin ruh alemini özlediği yerde de zaman, bereketten çalarmış;
mekan aşktan gün geçermiş hızlıca; yüreğin özlemi artarmış.
mekan şahit olduğu aşk ın sırrından vermezmiş artık yüreğe ...



Evlatlarınızı devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz.

(Hz. Ali)




Sâre’nin sessiz çığlığı....

DİLİ İLE söyleyemediğini işaret diliyle anlatan on yaşında küçük bir kız çocuğu; adı Sâre.
Sâre... Barışın rüyasını görür her gece, telefon direklerinden duyulmayan umudun türküsünü duyar,
hüzün selinde boğulur küçük yüreği. Güçlü ve derinden sözleri vardır.
Beden dili ile söyler acısını, konuşamaz süslü cümleler de kuramaz,
anlamaz bizim dilimizi,
aynı gözlerle bakamaz hayata, aynı tatları alamaz, gülmeyi hiç bilmez,
kıştadır mevsimi, ısınamaz bizler gibi, üşür ruhu ve küçük bedeni. Filistinli çocuğun parmakları arasındaki taşların umut türkülerini, umudun tükendiği anda visale koşan atlıların nal seslerini konuşur beden dili.
Kalbi bizim duygularımızı tanımaz,
hasrettir özledikleri, bilmez umutsuzluğu. Kutsal anaların söylediği umut türkülerin ninnileriyle büyür bu şehirde çocuklar,
emeklemeden büyümek kaderidir Filistinli çocukların.
Çok şey anlatır Sâre’nin sessiz çığlığı…
O Filistin çocuğudur… Anlatır; barış istiyorum Filistin’e ve dünyaya. Büyümek istiyorum. Küçük yaşta ölmek istemiyorum. Kan rengi görmek istemiyorum. Her çocuk gibi bebeklerle oynamak istiyorum.
Annemi-babamı istiyorum. Okumak istiyorum. Oynamak istiyorum. Ben Filistin de çocuk olmak istiyorum.
Yoksa! Çok şey mi istiyorum?
Ekranlardan yükselen sessiz çığlığını, duymasını düşlediği medeniyet insanlarına haykırır.
Ellerinin her bir hareketi, medeniyet insanın kalbine atılan bir taştır.
Kalbinize dokunamaz parçalanmış cesetler, sizler sıcak yatağınızda uyuyun
ve hatta yeni yılı kutlayın,
renkli havai fişekleriniz bastırsın vicdan sesinizi,
beraber oturulan sofraların tadını bilmedi ruhum.
Sayılmayacak kadar zengin sofralarda oturulan aile manzarasın hiç çekmemiştir Sâre’nin kalp fotoğrafı.
Medeniyet insanları duyar mı, görür mü benim görebildiklerimi?
Oyun oynarken kulaklarınıza hiç top sesleri değdi mi?
Bebek ile oynayacak yaşlarda oynadınız mı boş mermi kovanlarıyla?
Baharın kokusunu göremeden büyüdünüz mü?
Göremez benim gördüklerimi gözleriniz, yoksa kurur muydu göz pınarlarınız,
birazdan unutmak üzere soğuk bakabilir miydiniz ekranlara?
Çok şey anlatır Sâre’nin sessiz çığlığı…
O Filistin çocuğudur…
Yüreğiniz açıksa cesurca ölüşlerine ağlayacaksınız. Gazze’de kan; şehrimin rengi, kırmızıdır görebildiğim tek renk.
Çiçeklerden bihaberdir gözleri, sadece anaların solan çiçeklerini görmüştür gözleri.
Denizin ve kırların manzaralarını seyredemez, şehre sıkılmış mermilerin manzaralarını görmüştür
küçük bedeni ve tankların arasında dolaşır gözleri.
Cennet bakışlara doğrultulmuş silah manzarasıdır tek şahit olduğu.
Oyuncakları yoktur, sapandır ellerine ilk aldıkları. Dünyadaki sayısız diller anlatamaz elleriyle anlattıklarını.
Dilsiz Sâre kadar konuşamaz milyar sayısınca insanlar.
Kıyımın saatleri zamandan kopmuştur artık.
Filistin’de doğmak mecburen ölmektir.
Duvar dibindeki Muhammed’in çaresiz gözlerini ve babasının ölüme uzanan ellerini anlatır beden dili.
Hayallerin ihanetini anlatır. Yaşamadan ölürler burada doğan çocuklar, ölmekteyiz der ağır ağır.
Ölüm kokan şehirdir yaşadığı yer, en çok ölümdür gördüğü, ölümün şehridir sadece elinde kalan.
Ellerinin her hareketi sönmüş akıllara, kurumuş kalplere bir taş daha atar, oysa gözler uykuda kulaklar sağırdır.
Şimdi ise insanlık; Filistin çocuk mezarlığında gömülüdür.
Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Şayet okuyamazsanız zeytin gözlerimizi;
bahçelerimizdeki zeytin dalına bakın, bizden size çok şey anlatırlar.
Medeniyet insanlarıyız! Ne acının türküsünü duyar kulaklarımız, ne de zulmü konuşur dillerimiz, dillerimize rağmen dilsiz insan yığınları yaşar adına dünya denen bu gezegende.
Çok şey anlatır Sâre’nin sessiz çığlığı.
O Filistin çocuğudur.
Zulme rağmen, cennet kokan baharı özler Filistin çocukları.
Bitmeyecek umudu konuşur bedeni dili. Dilinde duadır barış.
Gözbebeğinde okunan resim, umudun büyüyen resmidir…
Sapan tutan çocukların ellerinde umut bağlıdır.
Umuttur, hep umut...
Sinay Avşar


Damlayayım selinde,adın dilimde , Askın kalbimde Rahmansın Allah (c.c.)...


Zamanın insanlarının dostluğu çarşı yemeği gibi, rengi ve görünüşü güzel,
fakat tadında iş yok.
(Malik bin Dinâr)

24 Aralık 2010 Cuma

Ey yar!! Ey gönlümün sol yarısı!...

Ey yar!! Ey gönlümün sol yarısı!...Aklıma koydum seni AKLIM almadı...

Yüreğime bıraktım, SANA(C.C.) doymadı...


Gıpta etmede ey Gül,
binlerce gül-zâr Sana!
Yusu...
f, Senin dalında çiy tanesidir sanki,
Dîvâne kesilir göz etse,
bir nazar Sana!
''Bize senden sonra
yaşamak düştü!!''.
Sevmeyi Yaradanın Sevgisinden Nasiplenmek Duasıyla...

23 Aralık 2010 Perşembe


Umutsuza güneşi anlat,
Anlat ki her karanlığın sonu bir aydınlığa gebedir bilsin...

Gözlerle değil yürekle bakmayı anlat gözleri görmeyene,
anlat ki
...Gerçek marifet aynada değil aynaya bakanda onu anlasın..



"Sevgiliye" açılan pencereleri aramak kapıları aralamaktır ..
Bir nebze de olsa O'na yaklaşmak,yakınlaşmak ...Rabbim muhabbetiyle süslesin bizleri...(AMİN...)

Emanete riayet edip yaratılışının maksat ve manasını idrak edip,

rızasını kazanma azim ve gayreti içinde olan kullarından eylesin...
…Rabbim, korktuğumuzdan emin.
Umduğumuza nail eylesin…Amin

KARDELEN


AŞK...


Yarabbi bildir de ben beni bileyim..
Beni bilen ben ile kendime geleyim..
Benim bensizliğim ile ben seni bileyim..
Seni bilmeyen beni ben neyleyeyim...

AŞK...

Image and video hosting by TinyPic


Aşk semtinden başka yolda oturma; aşksız hayat boştur…
Aşksız geçen ömrü, hiç hesaba katma, yaşadım sanma.

Aşk, âb-ı hayattır.
“Göklerin dönüşünü aşkın dalgasından bil.

Eğer aşk olmasaydı, dünya donar kalırdı.”

(Mevlânâ)

"En güzel edep güzel ahlak, en şiddetli fakirlik ahmaklık ,en vahşi vahşet ise kendini beğenmektir...


''Başımdaki başörtüsü değil, Kur'an-ı kerimdir.

Ellerini uzatanlar bilsin ki azabı ÇETİNDİR.''

"Kalp ne ile doluysa, dudaklardan o dökülür.." [Hz.Aişe] (r.a)


Kardelen“...EVET BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ AMA HER BAHAR BİR ÇİÇEKLE BAŞLAR...

Yüzüm kapkara bir dilenciğim…
Eyvahlara dolanmış dilim…..

S/akla beni !! yâr..!!

Taşırken tüm umutları ayaz yemiş yüreğimde
kardelen misali…
Asıl hüner “”O””nsuz sarf edilen her heceyi..
Şikayet etmekmiş geceye….



Kardelen... ♥♥♥░░A░L░L░A░H♥♥ Hz. Muhammed (S.A.V) ♥♥░░D░E -░E Y░ ♥♥K░A░L░B░İ░M░░♥♥♥
•• ALLAH (C.C.) ••HZ. MUHAMMED (S.A.V.)... ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİN VE ALA ALİ SEYYİDİNA MUHAMMED♥♥♥
.....…KARDELEN
İnne'd-Dîne Indallahi'l-İslâm...(Âli-İmran 19)
Sıradanlaşan yüreklerimize bir umut ...
Gökkuşağını görmek çocuk yüreğimin sevinciymiş.
Ceplerime doldurduğum yeşil eriklerlerin aynı tadı yok.
Dost dediğim insanların sayısı sayfaları aştı ama yine bir başıma, yalnızlık dizelerine hayat veriyorum.
Yüreğim bu kadar mı nasırlaştı ?Hayallerim hayata gebe, ben hayallerime.
Kim kime daha çok muhtaç, daha sevdalı.Göremez oldum geveze yanımı, arsız bakışlarımı.
Ölüme hasret yürekler sarmışken dört bir yanımı ben hala çocukça oyunlar peşindeyim.
Doğru bildiğin bu yolda kim bilir kimin şeytanı çelme takıp yere düşürecek.
Rüzgâra yenik yusufçuklar gibi parlak kanatlarımı kim bilir kim kıracak.
Kolumu büküp canımı yakan bu güce, ellerimi toprağa vurup ne zaman pes diyeceğim.
Üzerimden gelip geçen bulutlar ne vardı sanki beni benden, bu diyardan alıp götürse.

Papatyaların yaprakları kandırmıyordu artık içimdeki çocuğu. Bu âlemde bir tek ben miyim numune?
Sığ düşüncelerin girdabında boğulurken,
keşke parmaklarım klavye üzerinde sendeleyip bir o yana bir buyana savrulacağına, ruhumdaki Burağın ayaklarının tozuna bir yetişebilseydi.
Kaf dağının arkasındaki Anka kuşuna emanet ettiğim umudumu anlatabilirdim.
Hiç gelmeyen baharımı toprağa düşen her damlada hasretle ararken, nasıl Musa olup Kızıldeniz’i yol ettiğimi gösterebilirdim.
Gönül koyduğuma sımsıkı sarılırken, gözlerimin nasılda Ebabilleri aradığına şahit olurdun.
Yusuf’a yoldaş Harun gibi bir kardeşim olsun. Gönlümün dili, ruhumun yoldaşı, çilemin yabancısı olmasın.
Ne zaman büyüdüğünün,ezildiğinin, günahları bir bir ipe dizdiğinin farkına varacaksın.
Sitemsiz yürür mü bu gönül gemisi karada?
Çakıl taşlarının, dikenlerin bedenime derin yaralar açmasına aldırmadan sımsıkı sarılabilir miyim umuduma?
Umut neydi ki bu can için? Aldatıcı dünya hayatının tek taşı mıydı?
Sorarım cebi delik yüreğime: Ne zaman demir attınız dünyalık hayaller?
Para, statü, aşk, mevki, makam hangi arada derede girdiniz?
Sözde zift çekmiştim.
Kat üstüne bin kat. Allah’ım ilk ne zaman yan çizdim sırat-ı müstakimden?
Ne zaman İslami kaideleri zorlayıp kendi kalıbıma uydurdum?
Altın tepsilerde sunulan bal şerbetini şifa niyetine ruhuma salarken,
şeytanı ve de nefsimi görmemek adına bahaneler sundum gittikçe
daralan beynime, Yaradanıma.
Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunu iken; Kalbimizde yükselttiğimiz her bir dünyalık için daha ne kadar alçalacaktık? Biriktirdiğim sermayem bu mu olacaktı? Bir kaç parlak çakıl taşı.
Şimdi de size sorar fukara yürek.
Nefes alıyorsan hala.
Dünyalık umut peşinde olma. İdrakin yüceliğine eremiyorsan eğer, İnkârın basitliğinden sıyrıl.
Umulur ki Rabbin için büyüttüğün ümit sermayelerin en ağırı olur.
(alıntı)
"Kalp ne ile doluysa, dudaklardan o dökülür.." [Hz.Aişe] (r.a)
Huzura davet...
Sabah ezanını dinliyorum:
Allahüekber nidasıyla sayha sayha aleme yayılan havayı var gücümle içime çekiyorum.

Huzûru hissediyorum zerreciklerimde, ciğerlerimin her noktasında.

İmkanı olsa da hep sinemde tutabilsem bu huzûru diyorum.

Eşhedü en lailahe illallah...

eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah çağrısıyla şerha şerha yarılıyor gökkubbe.

Beni de şahidler listesine yaz YâRâb.

Şahidim ve şehadet ederim Sen den başka yok hiçbir ilah...

Yine tüm zerrelerimle şahidim ki Muhammed[s.a.v]Rasulullah.

Meltemlerin eşliğinde geliyor mübarek ezan-ı Muhammedi.

Tıkanmaya yüz tutmuş kulaklarımı açmaya çalışıyor hak ve hakikate.

Namaz ve kurtuluş ard arda zikredilmiş.Haydin namaza,haydin felaha...

Namazsız felah olur mu idrak edemiyorum.

Beni ve tüm kardeşlerimi felahında buluştur Ya Rab!, diyorum.

Felahınla yıka kalbimin katran karasını.Arındır masivadan, pirüpak eyle can ocağımı. ..

Namaz uykudan hayırlıdır nidası tıklatırken rüyaların kapısını`;amenna ve saddakna diye haykırmak istiyorum.

Lakin uyuyanlar var biliyorum.

Sultanımın kapısına nefsimle beraber onları da götürüyorum.

Ya İlahi, ezansız bırakma,

Ya İlahi namazla dirilt ruhumu ve tüm kardeşlerimin ruhlarını.

Tatmayanlara tattır bu doyumsuzluğu...

Dağıt gafletle kolkola girmiş aymazlık uykusunu.

Allahüekber sadâları inletirken semayı;gökteki bir yıldız ışıl ışıl parlıyor.

Bir ünsiyet peyda oluyor aramızda.Göz göze gelip bakışıyoruz sanki.

Biliyorum ki yıldızında,benim de, alemin de mâliki Allah.

Ruhumu basamak basamak yükselten kutlu davetin son sözleri çınlatıyor yerleri ve gökleri.Bir zikir halkası oluşturmuş tüm mevcudat, varlığı varedenin karşısında.

Sanki arzla sema cem etmiş, tek ağızdan haykırıyor:

En büyük Allah!..

Allah'tan başka yok hiçbir ilah!..

SUBHANALLAH...


Andolsun kuşluk vaktine.
Ve sükûna erdiğinde geceye ki,

Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı.(duhâ /1,2,3)
Dünyada, dertsiz, sıkıntısız insan yoktur.
Dünya, mümin için huzur yeri değildir. Azap yeri de değildir. Esas huzur ve azap yeri, ahirettir.
Dünya, ahiretin tarlasıdır. Yani dünya kazanç yeridir.

Dünyada ne ekilirse, ahirette o biçilecektir. Her nimet, bir külfet karşılığıdır. Külfet de sıkıntısız olmaz.

Fakire göre, zenginin sıkıntısı daha çok olur.
Zengin, arabası ile giderken, benzini biter, arızalanır, tekeri patlar. Yedek parça ve tamirci arar.
Bütün bunlar birer sıkıntıdır. Zenginin borçları, alacakları da olur. Alacaklarını toplamak, borçlarını ödemek için devamlı sıkıntı içindedir. Mümin, diğer insanlara göre daha çok sıkıntı çeker. Çünkü müslüman, komşularının ve diğer insanların eziyetlerine katlanır. Bunlar da birer sıkıntıdır.
Helal kazanmak ve ebedi yurduna azık hazırlamak için yorulur.

Bunlar da birer sıkıntıdır. Müslüman için asıl huzur Cennettedir. Çünkü dünya, mümin için sıkıntı yeridir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dünya müminin zindanı ve kıtlık yıllarıdır.

Dünyadan ayrılınca zindandan ve kıtlıktan kurtulmuş olur.) [Hakim]

Dünyada, müminden bela, sıkıntı eksik olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Mümin, kertenkele deliğine girse de, ona eza edecek biri musallat olur.)

[Beyheki]

Sıkıntılar, musibetler, günahlara kefaret olur. Sıkıntı istememeli; fakat sıkıntılardan da şikayet etmemelidir!

Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Belayı nimet, rahatı musibet saymayan, kâmil mümin değildir.)
[Taberani]

Dünyanın faydasız eğlenceleri, tatlı sanılan şeyleri, ahiret azabıdır.

Ahiret için çalışırken çekilen sıkıntılar ise, ahiretin en tatlı meyvesidir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dünyanın tatlılığı, ahiretin acılığıdır. Dünyanın acılığı ise, ahiretin tatlılığıdır.) [Hakim]

Okul, iş hayatı için bir vasıtadır. İmtihanları başarı ile verip okuldan mezun olmak gerekir.

Vasıtaya gaye gibi sarılmak, hep okulda kalmayı istemek akıl kârı değildir.
Diploma almadan hayata atılmak da iyi değildir. Okula gitmekten gaye, diploma sahibi olmaktır.
İşte dünya, bir okul gibidir. İman sahibi olmak da diploma almak gibidir. Talebenin maksadı, okulu başarı ile bitirip hayata atılmaktır. Müminin gayesi de, dünyadan iman ile ahirete gitmektir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Dünyasını seven, ahiretine, ahiretini seven dünyasına zarar verir. Devamlı olanı, geçici olana tercih edin!)

[Hakim]

Sıkıntılar, müminin günahlarının affına ve ahirette derecesinin yükselmesine sebep olacağı için bir nimettir.


Aydınlık sabahı düşün ve durgun karanlık geceyi. Rabbin seni ne unuttu ne de darıldı...
Öteki dünya senin için (hayatının) bu ilk bölümünden mutlaka daha iyi olacak!
Ve zamanı geldiğinde Rabbin sana (kalbinden geçeni) bağışlayacak ve seni hoşnut kılacak.
(Duha-1/5)

"HAKKI'' sevmek güzel ama, aşık olmak başkadır. Talip olmak hoş ama ''SADIK'' olmak başkadır...!
Rabbim sıkıntıda olan ve Zulüm gören kardeşlerimize kurtuluş nasip eylesin İNŞALLAH....
İslam dünyasının sıkıntılarından zaferlerle çıkılmasını nasip eylesin İNŞALLAH...
‎"Sevgiliye" açılan pencereleri aramak kapıları aralamaktır ..
Bir nebze de olsa O'na yaklaşmak,yakınlaşmak ...Rabbim muhabbetiyle süslesin bizleri...(AMİN...)
Emanete riayet edip yaratılışının maksat ve manasını idrak edip,
rızasını kazanma azim ve gayreti içinde olan kullarından eylesin...
…Rabbim, korktuğumuzdan emin.
Umduğumuza nail eylesin…Amin
ALLAH(C.C.) cümlemizden razı olur inş...
Rabbim Cuma gününü hayırlı mübarek eylesin İNŞALLAH....

Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer...

Kardelen“...EVET BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ AMA HER BAHAR BİR ÇİÇEKLE BAŞLAR...

Ya sen benden azat ol yürek Ya da ben senden
Yüreğim kanıyorsun, acıyorsun biliyorum
Bari sen söyle ne yapayım senin için
Hangi denizlere bırakayım SEN'i
Hangi şahadet yağmurlarında ıslatayım SEN'i
Hangi kutlu yolda koşayım SEN'in için
Hangi yolun yolcusu olayım SEN'in için
Söyle bana yürek söyle de onu yapayım…



Hicret Eden Kalemim …
Bir kâğıt ve titrek bir kalem... Neden titriyorsun ki kalemim? Bugüne kadar kâğıdın önünde eğilmeyen başın nerede? Kendinden emin, o her şeyi bilen ve tartan terazine ne oldu? Seni bu kadar mahzunlaştıran, terazinin kaldıramadığı güllerin ağırlığı mı? Öznesiz kurduğun, sevgiden ve muhabbetten uzak, bencil cümlelerin nerede şimdi? Tükenmez zannettiğimiz kalemler, bitmez dediğimiz sevgiler çoktan göçüp gitmedi mi? Gel, sahip olduğumuz her şey tükenmeden, kokusu bugünlere ulaşan gül çağına seyahat edelim. Artık yüzleşme zamanı geldi sevdiğimizi zannettiklerimizle…
Yer Mekke... Yer Medine... Haneleri, hanedanları güle boyanan beldeler. Hissediyorsun değil mi kalemim bu eşsiz kokuyu? Hayatımız boyunca görmüş müydük böylesine mütebessim, böylesine pak sîmâları? Üzerimizdeki bu pamuk elbise, sâde bir sevginin kaftanı olmalı. Nasıl unuturum? Bu kıyafetleri ne gurur, ne kibir giymişti. Ayaklarım yanıyor kalemim! Aşktan kızgın, kirden arınmış bu çöl kumlarında. Kopmuş takvimlere inat yürüyorum sonsuzluğa. Ben hiç yalınayak toprağa basmamıştım ki...
Burası felekleri tutuşturan aşkın merkezi, burası rahmet vadisinden âb-ı hayat dökülen belde. Ey güneşi bağrında taşıyan şehir! Ey kıskançlık ve muhabbetin birbirine küs olduğu şehir! Gül’e hasret olan beni ve mahcup kalemimi misafir eder misin bağrında? Biz ki günaşırı sevmeler şehrinden, her zerresini sevginin inşa ettiği muhabbet şehrine hicret etmek isteyen âşıklarız.
Bu, yanımızdan geçen, ömrünü biricik Sevgili’ye (sas) adayan Hz. Ebu Bekir (ra) değil mi? Bedeni, kuvveti, canı, malı ve dostluğuyla Peygamber’e (sas) siper olan, dünya malı adına neyi varsa bir an bile düşünmeden Sevgili uğruna infak eden Ebu Bekir! İslâm’ın davet yılında eza ve cefalarla karşılaşmış, Utbe bin Rebia’nın çivili ayakkabılarının darbesiyle, mübarek yüzü tanınmayacak hâle gelmişti. Kendine gelir gelmez ilk sözü; “Allah’ın peygamberi nasıl?” olmuştu ve yemin etmişti Efendimiz’in (sas) durumunu öğrenmeden yemek yemeyip, su içmeyeceğine. O, yaşadığı müddetçe her dâim Efendimiz’in (sas) dostu ve yoldaşı olmuştu. Hicret esnasında Resulullah’ın (sas) parçalanan, kanayan ayaklarını gözyaşlarıyla temizlemiş, Sevr Mağarası’nın boşluklarını kapattığı ayaklarını (ihtimal Kâinatın Efendisi’ni bir kez görebilmek uğruna) ısıran yılanın acısına, Kâinatın Sevgilisi (sas) uyanmasın diye tebessümle sabretmişti. O’nu (sas) öyle seviyordu ki, Sevgili’nin amcası Ebu Talib’in imanını, kendi öz babası Ebu Kuhafe’nin imanından daha çok arzu ediyordu. Ebu Bekir demek sevmek, Sevgili’yi (sas) kendine tercih etmek demekmiş kalemim! Şu hüzünlü bakışlardaki mânâyı çözebildin mi? İnanmışlık ve adanmışlık süzülüyor bu gözlerden...
Sevmek, huzur bulmakmış kalemim. Huzursuzluk nedir bilinmeyen bu şehirde, Sevgili’nin (sas) bütün güzelliğinin yansıdığı bu şehirde, ben de huzurluyum şimdi. Ayakkabıya alışmış ayaklarım acımıyor artık!
Şu küçük, kimsesiz çocuğun başını okşayan Hazreti Ömer (ra) değil mi? Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Ömerü’l-Faruk. Adalete asıl mânâsını veren, adaletin en büyük temsilcisi... Neden korktun, neden ürktün ki kalemim? Aşka ihanet etmemişsek neden korkalım ki, doğunun ve batının kendisinden çekindiği Ömer’den. Gerçi sen de haklısın. O hep sâdık kaldı aşkına, riyasız bir sevgiyle bağlıydı Resulullah’a (sas). Zaten onun adaletinin kaynağı da, Sevgili’ye (sas) duyduğu bu aşktı. O aşk sayesinde, mâşûkunu örnek almıştı. “Kızım Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim!” diyen Sevgili’nin (sas) izinden, oğlu Abdurrahman’ı bile cezalandırmaktan çekinmeden gitmişti.
Korkusundan çoçuğunu düşüren kadına diyet ödemiş, zımmîlerden bir ihtiyara maaş bağlamış, hattâ ölümüne sebep olduğu bir kuş için bile müşaverede bulunmuştu. Sevmek, canından vazgeçmekmiş kalemim. Sevgili’ye (sas) o kadar müştak idi ki Ömer (ra), kılıcını kuşanıp bütün Kureyş’e meydan okuyarak hicret etti Medine’ye. Can endişesi taşımadan... Sadece Cânân’a (sas) kavuşmayı düşünerek... Ey yüce Ömer! Buğulu bakışların yıktı bütün dayanaklarımı. Sevda lügatımdaki kelimeler silindi gitti. Ellerime kar yağıyor çöl sıcağında; üşüyorum, titriyorum. Sevgili’ye (sas) aşkından bir nebze istesem, görebilir miyim yıldızlara ışık veren yüzünü? Yalnızlığım bana bir zindan gibi bakarken, seninle hükümlü olsam güle, kelepçemiz gülden olsa...
Ne görsem aşk bu şehirde, rüzgâr bile seviyor, okşuyor insanı... Ve Mescid-i Nebevî karşımda... Sağ köşede, hasırın üzerinde uzanan biri var. Üzerinde eski bir örtü... Hz. Osman (ra) bu... Bir defa olsun Peygamber’in (sas) yüzüne dikkatlice bakamayan, hayâ sahibi insan. O’nun (sas) huzurunda, başındaki kuşu kaçırmak istemez gibi kıpırdamadan oturan, meleklerin kendisinden hayâ ettiği kahraman. Peygamber aşkıyla, öfkesini yok eden hilm sahibi Osman (ra). Neden utandın ki kalemim? Bugüne kadar yazdıklarından mı? Yoksa yazmadıklarından mı? Sevmek, sevdiğinin ahlâkıyla terbiye olmakmış kalemim. Ah, hayâ âbidesi Osman (ra)! Seni böylesi yakan, gözyaşlarının söndüremediği aşkından bir kıvılcım da bana versen. Ben de yansam senin gibi... Küllerimden çiçekler açsa, yüzü, Sevgili’ye (sas) bakan...
Şu kılıcı gördün mü kalemim? O kılıç ki Sevgili’nin sımsıcak aydınlığıyla büyüyen Hazreti Ali’nin (ra) kılıcı. O kılıç ki küfrün karşısında keskin, Peygamber (sas) huzurunda bir hurma dalı kadar narin... Ey aşkın fermanını yazan gül kokulu kılıcın sahibi! Kalemimi kılıcınla bilesem, ben de -Peygamber’in (sas) hicret ettiği gece yatağına yattığın gibi- canımı hiçe sayabilir miyim? Allah’ın rahmet soluğundan ibaret bu cana, aşkından bir tutam versen, korkulardan emin olarak feda edebilir miyim kendimi?
Bir bir seyreyle kalemim. Edep, tevazu, fazilet, muhabbet âbidesi, peygamber âşığı sahabe efendilerimizi. Hz. Bilâl’i (ra) meselâ. Demirden gömlekler giydirilerek güneşte kavrulduktan sonra Mekkeli çocukların elinde sokaklarda dolaştırılan, bütün işkencelere “Ehad, ehad!” haykırışlarıyla mukabele eden, taşınamaz taşları bağrında Sevgili’nin (sas) hayaliyle taşıyan Bilâl’i (ra). Her gün beş vakit, asırlara meydan okuyan sesiyle Sevgili’yi zamana müjdeleyen, muhtaç olan her sineye Sevgili’yi (sas) duyuran Bilâl’i (ra).
Anne ve babasının makamını Rasulullah’a (sas) veren, bu kutlu tercihle Peygamber ailesinden olan Zeyd bin Hârise’yi. “Sen, bizim kardeşimiz ve arkadaşımızsın.” dediğinde Sevgili, mescitten sevinç gözyaşlarıyla, uçarak çıkan Zeyd’i (ra). Sığınacak bir mecra ararken Taif’te Sevgili (sas), ona âdeta bir zırh olan Zeyd (ra) Hazretleri’ni. Taiflilerin attığı taşlar, toprak olmayı dilerken Hakk’tan, Taif halkına; “Bana atın taşları, incitmeyin Kâinatın Sevgilisi’ni!” diye yalvaran Zeyd’i (ra). Mute’de şehit olana kadar peygamber aşkıyla yanıp tutuşan, onu canından özge can bilen Zeyd’i.
Kalemim! Zikrini nefesinde taşıyan ağaçlardan yapılan kalemim! O’nun (sas) sevgisini dilesem, Nebi sevdasını dilensem ben de böyle yanabilir miyim aşkla? O’nu (sas) bilmek, sevmeye yeter mi? Bir el uzanışı kadar yakınken O’na (sas), canımdan yakınken, sinemde incim aynı zamanda çilemken, sürgün düştüğüm beldeden aşk şehrine gelmişken yıldızlar kadar uzak düşer miyim O’ndan? Ah, kalemim! Kalın dallı hurma korkulukları evim olsa. Hiçbir şeyim olmasa ama, O’nu (sas) bir kez görsem ve gömülsem mübarek ayaklarının dokunduğu bu mukaddes topraklara...
Bak kalemim! Sevginin öğretmenine bak! Peygamberin Medine elçisi Mus’ab bin Umeyr’e (ra)... Peygamber aşkıyla coşan yüreği, yerinde duramayan kalbi, ancak yine Sevgili’nin (sas) mübarek elleri dokununca okyanus derinliğine dönüşen Mus’ab’a... Uhud’da düşmanın dikkatini Efendisi’nin üzerinden çekmek için, şehadet şerbetini düşünmeden içen Mus’ab’a... Sancağı eline alıp, “Allahuekber” nidalarıyla meydana atılan ve önce sağ elini sonra da sol elini kaybedip sancağı pazularıyla tutan Mus’ab’a... Sancağı şehit olmadan bırakmayan ve en sonunda sancakla birlikte toprağa düşen Mus’ab’a...
Gör kalemim! Hepsini gör! Halid bin Velid’i, Abdullah ibn-i Mesud’u, Hz. Sümeyye’yi ve her biri bir yıldız olan sahabe efendilerimizi gör! Hazreti Sevban’ı gör, meselâ. Bir gün Peygamber’e gelip, “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden daha sevimlisin. Sen’i (sas) çocuğumdan daha fazla severim. Evimde otururken hatırlayıp da gelip Sen’i (sas) göremezsem rahat edemiyorum. Sen’in (sas) ölümünü ve kendi ölümümü düşününce hâlimden endişe ediyorum. Biliyorum ki, Sen (sas) Cennet’e dâhil olduğunda peygamberlerle olacaksın. Benimse Cennet’e girmem şüpheli. Girsem bile, Sen’inle (sas) beraber olamamaktan korkuyorum.” diyen Sevban’ı. Sevgisinin tertemiz gözyaşları Rahmân’ın kapısına düşer düşmez, “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte o Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.” müjdesine mazhar olan Sevban’ı.
“Sevmek, Allah’a ve Resulüne itaat etmekmiş” diyorsun kalemim, bildim. “Kır artık belimi sahibim, yazmak bana ağır geliyor!” diyorsun. “Göm beni gül kokan, aşk tüten bu topraklara... At beni sahabe yüreklerinde yanan ateşlere, at ki hakiki sahibime kavuşayım, yanıp kül olayım!” diyorsun. Yakarışın son bulsun artık kalemim! Seni buz gibi, asfalt yollu, gri renkli betondan şehirlere götürmeyeceğim. Cehaletle sırçalanmış, sevmeyi bir yük sayan, aşk fakirlerinin masalarına koymayacağım. Kim bilir belki nurdan bir kalem olur, na’tlar yazarsın Sevgili’ye. Sevgiler şehrine, Sevgili’nin şehrine göçen kalemim, hicretin kabul olsun. Atıyorum seni Mekke çöllerine, fısıldıyorum kulağına, “Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah!” diye. Yakıyorum, gün aşırı sevmelere alışmış benliğimi ve dönüyorum yüzümü sadece Sevgili’ye... En Sevgili’ye...
Yasemin Açıkgöz


ALLAH' ım biraz inşirah biraz nefes…

hayr ola...
her adım...
her an...
biraz da inşirah ola...
biraz da nefes...

Kardelen“...EVET BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ AMA HER BAHAR BİR ÇİÇEKLE BAŞLAR...

Copyright ©2010 KARDELEN™