Kalabalıkta Yanlızlığı Yaşamak...
KURAN-ı Kerim’deki iki sure
“Müzzemil” ve “Müddesir” 73. ve 74. sureler olarak elimizdeki mushafta yer alırlar.
“Müzzemmil” suresinde Hz. Peygamber’in gece yorganına sarılıp uykuya uzandığı hale işaret edilir ve
“Ey gecenin karanlığında uyumak için uzanmış Peygamber Müzzemmil- gece ibadeti için silkinip kalk!”
Sure böyle başlar.
Bu sure Hz. Peygamberi (sav) gece yarısından sonra namaza davet eder.
Gecenin üçte biri veya yarısını nafile ibadetle geçirmek için kalkacaktır.
Hz. Peygamber (sav) bundan sonra hayatının sonuna kadar böyle devam edecektir.
“Müddesir” suresinde ise ilk vahyin tesiriyle ne yapacağının beklentisi içinde olan Hz. Peygamber’e (sav) tebliğ emri verilir.
Ama burada da ilginç bir tabir kullanılır. “Ey Müddesir, yani ey sarılıp bürünen artık kalk ve uyar.”
Bir anlamda Müzzemmil iç âlemdeki silkinmeye; Müddesir ise dış âlemdeki silkinmeye hitap eder.
Mekke’de inen bu iki surenin sonunda da imana direneceklere hazırlanan azap haber verilir.
Müzzemmil’de gerçek örtüden silkinmeye davet; Müddesir’de ise mecazi örtünmeden silkinmeye çağrı vardır.
Birinde gece ibadet için uykuyu feda etmeye çağrı; ötekisinde ise
yoldan çıkanları yola koymak için ayağa kalkmaya çağrı dile getiriliyor.
Meselenin dikkat çeken noktası ise vahyin ilk geldiği andaki durumdur.
Hira’da Hz. Peygamber (sav) Cebrail (as) ile tanışır. Bu tanışma son derece sarsıcı ve derin izler bırakıcıdır.
Hz. Peygamber (sav) orada kendisine emredilen ilk ayetlerden
o kadar etkilenecektir ki titreyerek geldiği evinde hanımı Hz. Hatice’ye (rahm) ilk sözü “zemmilüni” -beni örtün- cümlesi olacaktır. Müzzemmil suresinin ismi bu hitabı hatırlatıyor.
Yeter örtünün altında beklediğin artık kalk.
Kalk ve geceleri Rabbine yönel.
Peki, Hz. Peygamber (sav) neden beni örtün dedi? O ilk anın getirdiği ürpertiyle mi acaba?
Titremesi geçsin diye mi acaba? Yoksa dış dünyayla irtibatı kesilsin diye mi?
Allah’la yalnızlaşmak için mi örtünüyordu acaba?
Yoksa aynı surenin 8. ayetinde hitap ona yeni bir yol mu öneriyordu? Emrediyor.
Çünkü örtünün altından silkinip kalk diyen ayetlerin akabinde şöyle emrediliyordu:
“Rabbinin ismini an ve her şeyden kesilerek O’na çekil (O’na bütün varlığınla yönel)”.
Kuran buna “tebettül” diyor. Zira Allah’la yalnızlaşmak, halktan uzaklaşıp örtüye bürünmekle değil,
halk içinde “tebettül”le mümkündür.
Vücudun halkın yanında, kalbin ve ruhun Allah’ın yanında.
Peki, bu iki suredeki “örtü ve yalnızlık” temasına niye işaret ettim. Meramım neydi?
Dediğim şu aslında; toplum olarak -büyük kalabalıklara rağmen- bir müzzemmil’lik ve
bir müddesir’lik hali yaşıyoruz.
Tarifsiz bir örtüye bürünmüşüz, yalnızlaşıyoruz. Ürkütücü bir sessizlik içindeyiz.
Dışarıdaki cümbüşe, sese, ahenge, kalabalığa, araba seslerine birbirleriyle boğuşan insanların bağrışmalarına,
havaya sıkılan kurşunlara rağmen yalnızız. Sessiziz. Derdimizi paylaşan yok.
Paylaşır görünmelerine rağmen insanlar ya yasak savıyorlar veya onlar da çaresiz.
Yapacakları bir şey yok. Yükümüzü yüklenen yok.
Çünkü yük sırtınıza bir yapıştı mı ya onu kazasız-belasız yerine ulaştıracaksınız
yahut ta ömür boyu sırtınızda taşıyıp duracaksınız.
Yaşlılarımız yalnız. Büyüttükleri çocukları, hayatlarını feda ettikleri yavruları büyüyüp de
yeni bir aileye karışınca çoğu kez yaşlanan baba ve anneler hazin bir yalnızlığa düşüyorlar.
Uzun kış geceleri ne kapıya bir gelen var ne telefonu çalan.
Sofraya koydukları bir çorbayı bile iştahla kaşıklayamıyorlar belki de.
Ne kadar zor değil mi? Büyüteceksin. Sonra kaybedeceksin. Belki yılda bir göreceksin.
Şu bastonuna dayanıp camiye giden veya pazarda filesini zar-zor dolduran yaşlı amcayı bir durdurun ve konuşturun.
Kim bilir neler duyacaksın. Muhtemel ki ayrılık ve yalnızlık hikâyeleri duyacaksınız.
Çocuklarımız yalnız. Beton yığınlarını andıran apartman katları arasında toprağı koklayamama,
gönlünce koşamama, belki canının çektiği meyveyi-yemeği yiyememenin sessizliği var yüzlerinde.
Ya annesi ve babası ayrılmış, sevgisizliğe, ilgisizliğe terk edilmiş çocuklar.
Onlar acının bir başka tarafıdır. Hele hele darp edilen, istismar edilen, itilen, çirkef insanların ellerine düşürülmüş, korumasız, savunmasız çocuklar. Sahi bu suçlarla ilgili ceza yasaları ne zaman daha da caydırıcı hale gelecek?
Kamu vicdanı ne zaman rahatlatılacak?
Sürekli söylenip duruyoruz ama ne duyan var ne de duyduğunu hissettiren.
Kadınlarımız yalnız. Belki sosyal statüsü yukarıya doğru ivme kazananlar var
ama bir kısmının sıkıntısı, kaosu, derdi, ıstırabı, yalnızlığı aynen devam ediyor.
Dayak yiyen kadınlar halen var.
Terk edilen, küçük yavrusuna bakabilmek için otuz katlı binanın penceresine sarkan kadınlarımız hâlâ var.
İstemediği bir hayata istemediği evlerde yaşamaya mecbur bırakılmış kadınlarımız yok mu?
Belki de toplumumuzda en büyük yalnızlığı yaşayanlar kadınlarımızdır.
Tek farkla, onlar çoğu kez bizleri utandıracak muhteşem bir metanetle ıstırap ve çileyi iç âlemlerinde yaşıyorlar.
Çevreyle hiç ama hiç paylaşmıyorlar. Şu duvarların bir dili olsa kim bilir bizlere ne dertler
ne yalnızlıklar ve çaresizlikleri hikâye edecekler.
Sevdalarımız yalnız. Eski temiz aşklar, sevdalar, tutkular yok artık.
Aşkı için dağları delen Ferhatlar bir masal oldu gitti artık.
Şimdi aşkın sevdanın yerini para, sermaye, daire, araba ve emekli maaşları aldı.
İzlemiyor musunuz evlilik programlarındaki talepleri, beklentileri...
Camilerimiz yalnız. Hani eski cemaatler, hani eski hatipler. O gönülleri coşturan, gözleri nemlendiren,
bilgi dağarcığını dolduran, çizgileri düzgün üstatlar nerdeler? Cami ile bağlantımız rutinleşmedi mi?
Camiler her türlü rahmetin, dertleri aşmanın, birliğin beraberliğin dinamosuydu. Ya şimdi?
Ezandan ezana açılıp kapanan, birer resmi daire konumundalar.
Şimdilerde böyle maalesef.
Bizler “müzzemmil” ve “müddesire” muhatap olmuş, silkinmesi emredilmiş bir peygamberin iman edenleriyiz.
Çağımızı örten her türlü inançsızlık, geri kalmışlık, zulüm, haksızlık, donmuşluk, adaletsizlik, bencillik, kimsesizlik ve yalnızlık örtüsünden silkinmek zorundayız.
Dünyanın medeniyet koşusunda geri düşmüşlüğe ve yalnızlığa pranga vurmalıyız.
Bilmeliyiz ki Allah’la olan yalnızlık dışındaki her yalnızlık ürkütücü ve ürperticidir.
Nihat Hatipoğlu
"Avuçlarında yasemenleri kuruyan çocuk!..
Yüreğine dokun..."
Hayata dâir söylenecek ne kadar da çok şeyimiz var... Günler art arda dizilip ardından muzır bir çocuk gibi tebessüm ediyor yüzümüze...
"-Her şey bir yarıştan ibaretti. Bak... Seni geçtim." diyor ve çalımla savurup eteğini geçip gidiyor.
Bize, bizden arta kalan yine biziz sadece... Fotoğraflardan yüreğimize asılıp duran sevgi dolu bakışlar... Ve yüreğimize sızıp için için yakan özlemler de olmasa... Hiçbir şey yaşamamışım. Doğmuşum ve donmuş kalmışım yıllar yılı deyiverecek insan... Duyguların kesiştiği noktada, ayakta ve hayattayız aslında... Akıl çoğu yerde gururumuz ve dahî yaşamak için umudumuz olsa da, bir yerlerde yine donup kalacak akıllıca..
İnsan ne ile tasvir eder ki kendisini... Bir meçhulün kıyısında dolaşırken merhaba dediği ismiyle mi?
Aynaya her baktığında târifi değişen sûretiyle mi?! Gezindiği yerlerin gölgesini taşıyan gözleriyle mi?! Dokundukça şekillenen, şekillendikçe şekillendiren elleriyle mi?! Kâinat mı sende, sen mi kâinatta nihân..
Yoksa derinlerde inleyen misin?! Yusufî sevdaya düşüp bekleyen sen misin kuyularda yârânını? Ağyar eline düşen sen misin? Ağyar dilindeki Züleyha mısın yoksa?
Tarif edildim tarifsizliklerde... Talih bu ya, isimsizim. Dürdüler ismimi, tarihin dehlizlerine... An oldu ağladım gecelerce... "Ben kimim, bu gidiş nereye?!"
Su diye şekerlere bandırdıkları emzikler sundular. İlkin ne tadını duydum şekerin, balın... Vurgunu vardı yüreğimde koparılmışlığın... Ve bir gün uyuttular beni... Hiç uyanamam sanmıştım. Gözlerimi gri bir göğe açmıştım korkuyla... Ya beynim, ya da gök sallanıyordu. Ne kitaplarım, ne de kalemim... Hiç biri yoktu yanımda. Kesilmiş ağaçların sofrasında, etrafımdaki mobilyalara bakıyordum yalnızca... Pencerem deniz özgürlüğüne değil, beton yalnızlığına mahkûmdu artık... Beynim, egzoz yorgunluğuna...
Ruhlarımızı, o gün bu gündür sel basıyor. Şehre asit yağmurları yağmış ne gam... Uyuşan benliğimizi sellerden hangi sal kurtarır şimdi... Sözüm ona "benlik" dedim... Hâl bu ya... Acaba hangi sel taşır bizi... Ya da hangi okyanusun tuğyânına sebep olur, gaflet yüklü ağırlıklarımız... Örselemedikçe hiçbir şeyini tanımıyor insan... Deşilmeyen taze, dokunulmayan hoş kokulu gelebiliyor uzaktan... Dilin ucuyla dokununca acı bile tatlı geliyor insana...
Aynanın karşısında ne de güzeldik oysa... Ne de tatlıydık... Hep kaçtığımız madalyonun öbür yüzü vardı. Hakikî kimliğimiz oradaydı. Oysa ne lezzetler değişmişti, ne de aynadaki sûretimiz... Acılaşan yüreğimizi kusuyordu, dilimiz sadece...
Her gün aynı göğe bakan bizler değil miydik yoksa... Söyleyin artık aynalar... Konuşun asırları yüklenen tozlu sayfalar anlatın... Anlatın beni... Ağlatacaksanız, siz ağlatın beni... Derinliğimde koca bir duvar... Hakîkatle rüya arasında inceden bir zar... Kayboluyor insanlığım... Çığlıklarım gök kubbeyi dolduruyor yıllar yılı... Üzerimize yağmur değil, mazlumların, yetimlerin gözyaşları yağıyor.
Kapatıyorum gözlerimi ve yine dönüyorum kendi boşluğuma... Bir daha açamam kaybolurum korkusuyla... Önce ağlattılar bizi, sonra susturdular; bir daha hiç ağlamamacasına...
(alıntı)
♥ الله ♥♥ الله ♥♥ الله ♥
اشهد ان لا اله الا الله واشهد ان سيدنا محمد رسول الله
بسم الله الرحمن الرحيم
Eğer cennetin için ibadet edersem beni ondan mahrum bırak.
Eğer senin rızan için ibadet ediyorsam beni ebedi Cemalinden mahrum etme!
Rabiatü'l Adeviyye (rh)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder