Bir insanın kalbini müteaddiden kırabilirsiniz, ama onurunu yalnızca bir kere.
Sonra onu düşürdüğünüz yerden kalkar ve size ‘bitti’ der.
İNSAN SOSYAL BİR varlık. Medeniyyun bit tab. Yalnız yaşayamayan, mutlaka ötekine muhtaç olan.
Fakrı yalnız mala, rızka, yıldıza, çiçeğe değil, onların hepsinin mecmuuna, insana da şedid olan.
Ünsiyet edecek bir öteki bulamayınca insaniyeti dahi anlamını bulamayan.
İnsan muhabbet ve nefret sahibi. Tıpkı bünyesinde toplanmış kainat gibi.
Miftah-ul Gayb’de (Konevi) kainatta cari iki kuvveden söz edilir. Muhabbet ve tenafür.
Diğer deyişle sevgi ve nefret. Kainatta var olan tüm şeylere hakimdir bu iki kuvve.
Her bir şeyin muhabbet ettikleri ve nefret ettikleri bulunur. Cezb ettikleri ve def ettikleri.
Dilerseniz siz bunlara Risale diliyle kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafia deyiverin.
Lisan değişir, hakikat değişmez. Lisanların çeşitliliği ve renkliliği de O’nun ayetlerindendir.
Bunun sebebi ise birbirine zıt esma-i ilahi ile açıklanır. Rahmet ve kahr gibi.
Yükseltme ve alçaltma gibi. Bu esma sebebi ile varlıklar farklı esma etrafında toplanırlar, zıt kutuplar oluşur.
Melek ve şeytan gibi. Zahir ve batın gibi. Mülk ve melekut gibi. Ulvi ve süfli âlemler gibi.
Cennet ve cehennem gibi. Yahut bu eşya zaten o esmanın tecellisidir.
İnsan bunların orta yerinde durur. Hepsini içinde toplayan, hepsini cem eden varlıktır insan.
Cennet ve cehennem ancak ve ancak insanın bünyesinde bu kadar birbirine yaklaşabilir.
Melek ve şeytan ancak insan içinde böyle sık saf tutabilir.
Muhabbet ve nefret ancak insanda bu kadar kolay yer değiştirebilir.
Muhabbet gibi tenafür de bir vecibedir üstelik.
Allah Musa’ya(as) dedi ki: Benim için muhabbet et, benim için buğz et.
Sırf muhabbet de murad değildir, sırf buğz da. Ne kuvve-i cazibe ne kuvve-i daifa kendi başına iş görebilir.
İkisi de cari, ikisi de daim çalışır olmalı. Allah’ta öyle, halifesinde de öyle olmalı.
Vekil aslı yansıtmalı.
Nitekim hakkalyakin görüyoruz ki öyle…
Yalnız biline ki, nasıl esma-i ilahinin kendi içinde bir hiyerarşisi vardır,
rahmet azaba, muhabbet kahra müreccahtır, insandaki tecellileri de öyle olmalıdır.
Rahmetiniz gazabınıza, muhabbetiniz nefretinize galebe çalmalıdır.
Ya da rahmet asıl, gazap tali, muhabbet asıl, nefret tali olmalıdır.
Dikkate değer bir diğer husus da rahmet ve muhabbetin sari ve nurani,
istila edici hasiyete, nefretin ise cüzi ve lokal hasiyette olması gerektiğidir.
Allah, ‘Rahmetim her şeyi kaplar, azabım ise dilediğime isabet eder’
buyururken bu nokta atışına işaret buyurmaktadır.
Nefret sirayet etmemelidir. Bir insandan diğer insanlara, bir huydan diğer huylara taşmamalı,
adeta bir cerrahi müdahale gibi, bir kanserli uzvu kesip atmak gibi olmalıdır.
Ancak o zaman o nefretten dahi bir rahmet görünür. O gazaptan dahi bir muhabbet sezilir.
O noktaya olmasa da gayrında tüm varlığa duyulan bir muhabbettir bu.
O nokta o varlığın devamı için kesilir ve atılır.
Hâsılı müminde tenafür dahi muhabbettendir, varlığa duyulan muhabbetten.
İnsanı harekete geçiren hep muhabbet hep muhabbet. Yaklaştıran da uzaklaştıran da muhabbet.
Tenafür olsa olsa muhabbeti ısrarla istemeyene, reddedene, muhabbete düşmanlık edene.
Belirtmeliyiz ki, Sadreddin Konevi kainatta cari nefretten söz ederken ‘tenafür’ tabirini kullanır.
Bu tabir bir karşılıklılık içerir. Anlaşılan odur ki muhabbet gibi nefret de karşılıklıdır.
Ya da birinden ancak sizden nefret ediyorsa nefret etme izniniz vardır. Mümin için böyledir, izin isteyen,
söz dinleyen nefis için böyledir.
Kuvve-i dafia kelimesi de incelendiğinde aynı hakikatle karşılaşırız.
Def etmek size taarruz edene, müdafa size saldırana yöneliktir. Ayet, ‘Size karşı savaşanlarla savaşın’ buyurur.
Demek ne nefretin, ne kuvve-i dafianın evveli, başlatıcısı, sebebi olmamak mühimdir.
Bir insanın kalbini kaç kere kırabilirsiniz? Herkese göre değişir değil mi?
Kanaatimce yerleşmiş olduğunuz bir kalbi sayısız kere kırabilirsiniz. Size müsaade edilir.
Müsaade eden kalptir. Ya izzet ve şerefini… Bir insanın onurunu kaç kere kırabilirsiniz?
İşte bu kişiden kişiye değişmez. İnsan denilen varlık bozulmamışsa, hayvaniyete inkılab etmemişse, (hayvanların onuru yoktur) bir insanın onurunu yalnızca bir kez kırabilirsiniz. Bir kez affedilirsiniz. Sonra… İkinci denemede sizi en çok acı verebileceğiniz yerden kalbinden söker atar. Kim? İnsan mı? Hayır. Onun Aziz olan Rabbi. Sizin kulunu böyle kırmanıza izin vermez, sürgün ediverir.
Şerefe uzanan el, insanın en iç dairesine, harim-i ismetine, dokunulmazına uzanan eldir.
Bazı insanlar öyle pervasızdır, öyle hoyrattır ki kalbinizi kırarlar, bu affedilebilir, tahrip kastı yoktur. Sadece duyarsızdırlar. Ancak biri onurunuzu kıracak bir şey söylüyorsa, bunda kasıt vardır. Bunda nefretin kıvılcımı vardır. Sizden nefret edene sevgi besleyemezsiniz değil mi? Nefret nefreti doğurur. Mütekabiliyet esastır.
Onurunuzu hakikatte yalnız kalbinize yer etmiş olanlar kırabilirler. Artık en affedici kalpte dahi söylenebilecek tek söz, ‘İyi olsun ama benden uzak olsun’ sözüdür. Her latifenin taşımak için yaratıldığı sıklet aynı değildir. Kol kilolarca yük taşır, göz taşımaz. Kalp tonlarca ezayı taşır, izzet taşımaz. İzzet sizi ancak bu kadar affeder.
İyi olsun, benden uzak olsun.
İzzetin affı Züntikam’dan yardım istemekten vazgeçmesidir.
Şeref insanın en değerli latifesidir. İnsana ‘La ilahe’ dedirten de bizatihi şereftir. Başka ilah edinmek şerefe terstir.
Şeref denilen latifeyi tahrip etmeden, başka bir ilah edinemezsiniz. İnsan aziz bir varlıktır.
Aziz olanın izzeti onda mütecellidir. Ondan maada kimse onu zelil edemez.
O da izzetini muhafaza eden kulunu asla zelil etmez.
Fütuhat-ı Mekkiye’tin cennet bahsinde, cennet ehline şöyle seslenildiği bildirilir: “Şerefli efendiler olarak girin cennete. ” Şeref, dışarıda bırakılarak cennete girilemez. Orada efendi olmak için burada yalnızca O’na kul olmak gerekir.
Kulsanız, gayrı sizi incitemez, şerefinize halel getiremez. Denerler, ama müsaade etmezsiniz.
Şirkin kırıcısı, tevhidin arayıcısı, efendi olmanın ve cennete girmenin yolu şereftir de.
Ya Allah’ın aziz ve şerif yarattığını zelil ve hor kılmak isteyenin akıbeti nedir? Allah adildir.
Ayette kanunu buyurur. Günahın karşılığı ancak misli bir günahtır.
Bu ayetten istihraçla anladığım şudur:
Başkasını zelil kılmaya çalışan zelil olur. Birinin onurunu kıran onursuz kalır.
Hakir gören hakir bulunur. Men dakka dukka. Kim tarafından? Hak tarafından. Maazallah.
Öyleyse mümin kardeşinizin de, insan kardeşinizin de şeref ve izzetine el uzatmadan, kendi şeref ve izzetinize bir bakıverin. Acaba yerlerinde duruyorlar mı? Yoksa sizi terk edip gitmişler mi? Gitmemişlerse size el çektirirler. Gitmişlerse dilediğinizi yapın. Zaten gittiklerini de fark etmemişsinizdir. Sufiler der ki, “İnsan başkasını tenkid ederken gördüğü aslında kendi kusurudur. ” Önce kendi kusurumuza bakalım. Önce kendi terbiyemizle meşgul olalım. Şeref kazanmak bununladır.
Mono İSLAM
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder