İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır.
İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış.
Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder.
Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır.
Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi;
berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için,
koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak,
dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.
İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mâbud olacak, yalnız, herşeyin dizgini elinde,
herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh,
aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir.
Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir.
Öyleyse, mâbudiyete lâyık yalnız O’dur.
Bediüzzaman Said NURSİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder